Ümitvar olmak bir mümin vasfıdır
Ümit etmek Kuran’da müminlerin önemli bir vasfı olarak
belirtilmiştir. Ümitvar olmak aynı zamanda kişinin imanının da bir
göstergesidir. İnsan imanı ölçüsünde Allah’tan umut eder, O’nun
rahmetine ve sonsuz nimetlerine kavuşmak için büyük bir özlem duyar.
Çünkü Allah iman edenlere hem bu dünyada hem de ahirette çok büyük
güzellikler vaat etmiştir. Kişi de Allah’a olan güveni, yakınlığı,
teslimiyeti ve samimiyeti derecesinde bu nimetlere kavuşmayı ümit eder.
Her olayın yalnızca Allah’ın dilemesi ile gerçekleştiğini bildiği için
hiçbir konuda üzüntüye, karamsarlığa ve ümitsizliğe düşmez. Allah’ın
müminlerin dualarına icabet ettiğini bildiği için, en kötü görünen bir
olayın bile imtihan ortamının bir parçası olduğundan ve eninde sonunda
müminler için mutlaka hayra dönüşeceğinden kuşku duymaz.
Etrafımızda olan-biten herşey Allah’ın “Ol” demesiyle
gerçekleşir. Karşımıza çıkan her görüntü Allah’ın dilemesiyle yaratılır.
Hiçbir şey başıboş ve kendi haline bırakılmış değildir. Herşey Allah’ın
belirlediği bir kader üzere yaratılır.
Bunun bilincinde olan bir mümin, en olumsuz şartlarda,
en sıkıntılı gibi görünen durumlarda bile Allah’ın rahmetinden ve
yardımından ümidini kesmez. Zorluklara sabreden, Allah’tan umudunu
kesmeyen ve hiçbir şartta Allah’ın hükümlerinden taviz vermeyen insanlar
hem dünyada hem de ahirette müjdelenmişlerdir.
Kuran’da müminlerin sürekli Allah’tan umut eden bir ruh
hali içinde olduklarını görürüz. Gerçekten de samimi olarak iman eden
bir kimse Rabbimiz’i Kuran’da tarif edildiği gibi tanıyıp takdir eder ve
bunun sonucunda, Allah’ın kendi üzerindeki rahmetini ve nimetini fark
eder. O’nun müminlerin dostu ve yardımcısı olduğunu, onlara karşı sonsuz
şefkatli ve merhametli olduğunu, Allah’ın salih kullarını hem bu
dünyada hem de ahirette büyük bir mükafatla müjdelediğini ve Allah’ın
kesinlikle vaadinden dönmeyeceğini bilir. O’nun kendisi için hep hayırlı
ve güzel olanı dilediğini, kendisine rahmet ve hidayet kapılarını
açtığını, önüne sayısız ecir fırsatları serdiğini görür.
İşte, böyle bir bilince sahip olan mümin Rabbimiz’e
karşı sürekli ümitvar bir tutum içinde olur, dünyada da ahirette de
herşeyin en güzelini ve en hayırlısını Allah’tan umut eder. Kuran’ın pek
çok ayetinde Allah’ın müminlere dünyada ve ahirette güzel bir karşılık
vereceğinin bildirildiğini görürüz. Allah iman edenlere Kendi fazl ihsan
ve rahmetini vereceğini bazı ayetlerinde şöyle müjdelemiştir:
İman edip salih amellerde bulunanlar ise; Biz şüphesiz
onların kötülüklerini örteceğiz ve şüphesiz yaptıklarının en güzeliyle
karşılık vereceğiz. (Ankebut Suresi, 7)
O, iman edip salih amellerde bulunanlara icabet eder ve
onlara Kendi fazlından arttırır. Kafirlere gelince; onlara şiddetli bir
azap vardır. (Şura Suresi, 26)
Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size çirkin
-hayasızlığı emrediyor. Allah ise, size Kendisi’nden bağışlama ve bol
ihsan (fazl) vaat ediyor. Allah geniş olandır, bilendir. (Bakara Suresi,
268)
Müminlerin duaları ve talepleri de umut doludur. Ayette
bildirildiği gibi onlar, “… Rablerine korku ve umutla dua ederler…”
(Secde Suresi, 16). Zaten dua etmek başlı başına bir ibadet olduğu gibi,
müminin Allah’a karşı ümitvar tavrının da bir göstergesidir. Mümin
Rabbimiz’in kendisine icabet edeceğinin ümidini taşıyarak dua eder.
Ümitvar olmanın temeli: “Kadere teslimiyet”
Çok sayıda insanın, başlarına gelen ani ve beklenmedik
olaylar karşısında sık sık ümitsizliğe kapıldıkları görülür. Örneğin
işinde başarısız olan, çok sevdiği bir eşyayı kaybeden ya da mutlaka
geçmek istediği dersten kalan bir kişi, eğer bu konuları hayatının amacı
haline getirmişse hiç beklemediği bu sonuçlardan herhangi birini
kaldıramaz ve büyük bir üzüntüyle sarsılır.
Çünkü bütün ümitlerini, hedeflerini, olayların kendi
hesapladığı şekilde gelişmesine bağlamıştır. Fakat yaşantısı her zaman
kendi yaptığı plana göre işlemez, hayatın akışı içerisinde ummadığı pek
çok olayla da karşılaşabilir.
Örneğin mimar olmayı çok isteyen bir kişi mimarlık
sınavlarına çok iyi hazırlanmıştır. Gelecekle ilgili bütün planlarını
ileride mimar olacağını düşünerek yapmıştır. Fakat hiç beklemediği bir
şey olur ve mimarlık yerine başka bir bölümü kazanır. Mimar olmayı
planlarken, çok farklı bir mesleğin eğitimini almak durumunda kalır.
Sporla ilgilenen ve hayatı boyunca sporla ilgili
çalışmalar yapacağını planlayan bir kişi de genç yaşında bir rahatsızlık
geçirerek sporla ilişkisini kesmek zorunda kalabilir. Ya da özenle yeni
bir ev döşeyen insan o evde hiç oturamadan ihtiyaçtan dolayı evini
satmak zorunda kalabilir.
Yaşadığı hayat boyunca bunlara benzer pek çok
beklenmedik olay insanın başına gelebilir. Aslında, bir an sonrasının
dahi ne olacağı, kişinin ne ile karşılaşacağı belli değildir. Bu noktada
tek bilinebilecek olan, kişinin yaşayacaklarının, daha o doğmadan
yüzlerce, hatta milyarlarca yıl öncesinden belli olduğudur. Daha doğru
bir ifadeyle, insanın yaşayacağı her an “zamansızlıkta” belirlidir.
Kişi, günü, saati geldiğinde o olayı mutlaka yaşayacaktır. Bu, onun
kaderidir. Allah’ın belirlemiş olduğu kader mutlaka işleyecektir. Bu
durumu günlük hayattan bir örnekle şöyle açıklayabiliriz:
Zihnimizde iki arabanın birbiriyle çarpıştığı anı
canlandıralım. Her iki tarafın da mutlaka bir an önce ulaşmak
istedikleri yerler vardır. Belki evde kendilerini bekleyen ailelerine,
belki de yetişmek zorunda oldukları işlerine gitmek istiyorlardır. İki
taraf da belli saatlerde evlerinden çıkmış, araçlarına binmişlerdir.
Belki kazanın olduğu sokağa girmeden önce kısa bir
kararsızlık anı yaşamış, en sonunda da olayın olduğu sokağa sapmaya
karar vermişlerdir. Şoförlerden biri ya da her ikisi de hayatları
boyunca araçlarını çok dikkatli kullanan, tedbirli insanlar olabilir.
Ancak tam o sırada biri gözünü yoldan ayırıp arabanın teybi ile ya da
başka herhangi bir konuyla ilgilenir. Herşey o olayın olması için özel
planlanmıştır; her detay kişileri o olaya götürür.
Genellikle yaşananlar bir an içinde gerçekleşir.
Arabaların birbiriyle çarpışması, beklenmeyen olayın yaşanması çok kısa
bir sürede gerçek olur. Oysa o olayın her detayını kaderde Allah
yaratmıştır. Arabaları kullanan kişilerin kaza anında dikkatlerinin
dağılmasına, teypte çalan müziğe, kazayı yapanların kıyafetlerine kadar
herşey kaderde daha önceden hazırdır. Kazayı yapacak kişi o gün o
kıyafeti giyer, evinden çıkar, kazanın olduğu sokağa sapar ve o kazayı
mutlaka yapar. Hiçbir şey o kazanın yaşanmasını engelleyemez.
Allah bu şekilde takdir etmiştir. Bu noktada, “keşke o
sokağa girmeseydim”, “keşke teyp ile değil, yol ile ilgilenseydim” gibi
mantıklar ileri sürmek son derece hatalı olacaktır. Bu yanlış bakış
açısıyla, hayıflanmaların, pişmanlıkların sonu da gelmez. Kazanın sebebi
aranırsa, birçok neden gösterilebilir. Ancak işin aslı, o olay kaderde
sebepleriyle birlikte hazır olarak yaratılmıştır.
Bu gerçekle ilk defa yüz yüze gelen insan “peki, o zaman
ne yapabilirim?” diye düşünebilir. Madem herşey kaderde hazır olarak
yaratılmıştır ve tümünü Allah bilmektedir; bu durumda kişinin nasıl
davranması gerekir?
Yukarıdaki soruların cevabı, herşeyin en doğrusunu
öğrendiğimiz Kuran’da bize çok açık bir şekilde açıklanmıştır. Kişinin
kendisi için hazırlanan kadere teslim olması, yaşadıklarında her zaman
hayır araması, üzülmemesi, ümitsizliğe kapılmaması ve her şartta
şükredici bir kul olması Kuran’a göre en güzel ve en doğru davranış
olacaktır:
De ki: “Allah’ın bizim için yazdıkları dışında, bize
kesinlikle hiçbir şey isabet etmez. O bizim mevlamızdır. Ve mü’minler
yalnızca Allah’a tevekkül etmelidirler”. (Tevbe Suresi, 51)
Allah bütün evreni, gezegenleri, güneşi, ayı, ağaçları,
okyanusları, insanları, hayvanları, kısacası canlı cansız herşeyi
yaratan olduğu gibi, bütün olayları da en ince detaylarına kadar
yaratandır. Bu gerçek Kuran’da şöyle bildirilmektedir:
İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka ilah
yoktur. Herşeyin Yaratıcısı’dır, öyleyse O’na kulluk edin. O, herşeyin
üstünde bir vekildir. (Enam Suresi, 102)
Allah’a iman eden, ahiretin varlığına inanan ve
Allah’tan korkan Müslüman herşeyi yaratan Rabbimiz’e kendini teslim
eder. Yani başına gelen herşeye karşı son derece teslimiyetli olur,
hiçbir şeyden ümitsizliğe kapılmaz. Çünkü herşey Allah’ın
kontrolündedir. Rabbimiz ise onun en büyük dostu ve vekilidir. Müslüman
Allah’tan geldiğine iman ettiği için, bir olay karşısında paniğe,
ümitsizliğe kapılmasının çok yanlış olacağını bilir. Allah’ın
yaratışının mükemmelliğinin farkındadır; karşılaştığı olayın en mükemmel
şekilde yaratıldığını düşünür. Kimi zaman olaylar kendi aleyhindeymiş
gibi görünse dahi o bunların hepsinde kendisi için bir hayır olduğunu
bilir.
Müminlerin tepkileri ile kadere teslim olmayan
insanların olaylar karşısında verdikleri tepkiler birbirlerinden çok
farklı olur. Örneğin mümin kendisi için çok hayırlı olacağını düşündüğü
bir iş randevusuna yetişemeyebilir ve bu nedenle iş imkanını yitirmiş
olabilir.
Ancak kaderin işlediğini çok iyi bildiği ve çabaladığı
halde görüşmeye yetişememesinin Allah’ın kontrolünde olduğunu bildiği
için “demek ki bu iş benim için hayırlı değilmiş” diye düşünür ve olayın
o şekilde gelişmiş olmasına şükreder. Allah’ın kendisi için daha
hayırlı bir sonuç yaratacağını ümit eder. Görüşmeye gecikme sebebi
olarak trafiği ya da patlayan lastiğini düşünmesinin çok hatalı
olacağını bilir. Nitekim Allah dilerse trafik olmaz ya da hiçbir lastik
patlamaz.
Trafik, patlayan lastik ya da buna benzer şartlar
elbette ki kişinin gideceği yere geç kalmasına görünür bir sebep teşkil
ederler. Ancak görünen şartlardan çok daha önemlisi, kişinin yıllar
öncesinden kendisi için hazırlanmış ve olması gerektiği şekilde işleyen
kaderidir. Yukarıdaki örnekte bahsi geçen kişinin kaderini Allah “o
görüşmeye katılmamış” olarak yaratmıştır. Dolayısıyla hiçbir şartta
katılabilmesi mümkün değildir.
Eğer herhangi bir engel oluşuyorsa, bütün bunlar, Allah
müminlere bir hayır dilediği için olmaktadır. Bu teslimiyeti bir insanın
tam kavrayabilmesi için ise, Allah’ı tam anlamıyla dost ve vekil
edinmesi ve O’na samimiyetle yönelmesi gerekir.
Allah’ın Kuran’da insanlara emrettiği ahlak modelinin en
önemli özelliklerinden biri insanın -hangi şartla karşılaşırsa
karşılaşsın- hiçbir zaman ümitsizliğe ve olumsuz bir düşünceye
kapılmamasıdır. Ümitsizlik, imansızlığın ya da zayıf bir imanın
göstergesidir. Olayları Allah’ın yarattığını, herşeyin bir kader üzerine
geliştiğini kavrayamamış olmanın bir sonucudur. Bu, Allah’ın Kuran’da
önemle dikkat çektiği bir hatadır. Çünkü ümitsizliğin altında Kuran’a
muhalif bir ruh ve düşünce tarzı yatmaktadır. Bu da Allah’ın yasakladığı
bir tavırdır. Kuran’a baktığımızda Allah’ın birçok ayette insanlara
tevekküllü olmayı, ümitvar olmayı, her olayı hayır gözüyle karşılamayı
tavsiye ettiğini görürüz.
Müminler insanlar için en ağır denebilecek, örneğin
yaralanma, bütün mal mülkünü kaybetme gibi beklenmeyen olaylarla dahi
karşılaştıklarında son derece mütevekkil, sabırlı bir görünüm çizerler.
Bunun nedeni olayları Allah’ın yarattığını bilmeleridir. Etrafımızda
gördüğümüz görmediğimiz her türlü canlıyı mükemmel bir şekilde yaratan,
her birine hayat veren Allah’tır. Herşeyi yaratan Allah, yeryüzünde
yaşayan ve yaşamış olan her insanı ve her birinin kaderlerini de ayrı
ayrı yaratmıştır.
Bizden binlerce kilometre uzakta, bambaşka bir kıtada,
dünyanın diğer ucundaki bir ülkede yaşayan bir insanın yaşadığı en ince
detaylar da Allah’ın kontrolünde gelişmektedir. Allah herşeyi ve her
mekanı görmekte, her sesi işitmektedir. Dahası, zaten “mekan”, “ses”,
“görüntü” gibi kavramları bizzat yaratan Allah’tır.
Bu durumda, herşey Allah’ın kontrolünde iken, kişinin
başına gelen bir olay karşısında ümitsizliğe kapılması çok yanlış bir
hareket olur. Çünkü o olay, kişi istese de istemese de, mutlaka
olacaktır. Ayrıca bütün olaylar insanın hayrına gelişmektedir. Burada
asıl önemli olan, olaylardaki hayrı görebilmektir. Hayır arayan kişi,
aslında olayların ne kadar mükemmel ve kusursuz bir akış içerisinde
yaratıldığını görecek ve imanı artacaktır.
Ümit ile ümitsizlik arasında da buna benzer bir çizgi
vardır. Ümit akla ve mantığa ne kadar uygunsa, ümitsizlik de o kadar
aykırıdır. Örneğin kişi çok iyi hazırlandığı bir sınavda başarılı
olamamış olabilir. Çok çalışmış olmasına rağmen sınavı kazanamadığı için
sarsıldığını, ümitsizliğe kapıldığını varsayalım. Bunun ona manen ve
madden hiçbir şey kazandırmayacağı açıktır. Ümitsiz bir ruh haliyle kişi
hiçbir yere varamaz. Üstelik yaşadığı moral bozukluğu, tasa ve sıkıntı
nedeniyle ruhen ve bedenen de zarara uğrayacaktır.
Oysa Allah onun için belki de bir başka hayrı
dilemektedir. Belki de onun için o sene o okulda okuması değil, sınava
tekrar hazırlanması hayırlıdır. Belki bir sonraki sene çok daha iyi bir
okulu kazanacaktır. Ya da kazanmayı istediği okul, girmeyi istediği
meslek ileriki yaşamında kendisi için zorluk ve sıkıntı doğuracaktır.
İnsanlar hayatları boyunca kimi zaman hayrını
bilemedikleri bu tarz olaylarla karşılaşırlar. Çok istedikleri bir işe
giremez; çok ihtiyaç duydukları yüklü bir parayı yitirir; büyük
emeklerle kazandıkları parayla aldıkları değerli bir eşyaları çalınır;
ya da sevdikleri bir kişiyi kaybederler… Buna benzer olaylar her insanın
başına gelebilir. Nitekim Allah ayetlerinde insanların malları ve
canlarıyla deneneceklerini belirtmiştir. Ayetlerden sabredenlerin hayra
ulaşacakları, isyan eden, ümitsizliğe kapılanların ise kayba uğradıkları
anlaşılmaktadır.
Sabreden ve sabrı karşısında cennete gidenlerden olmak
için elbette “ümitvar olmanın önemini” çok iyi kavramak gerekir. Ümitvar
olmanın, “… Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler
topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez” (Yusuf Suresi,
87) ayetiyle farz kılındığını, yani Allah’ın bir emri olduğunu, aksinin
Allah’ın beğenmediği bir ahlak olduğunu bilmek ve Allah’ı dost edinip,
O’nun rızasını kazanmaya çalışmak gerekir.
Allah’ın sunduğu sınırsız nimetler, O’na güvenmeyi ve rahmetinden ümitvar olmayı gerektirir
Müminin Allah’a teslimiyetini geliştiren bir unsur da
Allah’ın “Vedud” sıfatını düşünmektir. Allah’ın bu sıfatı “Çok Seven”
anlamına gelir. İnsanı yaratan, onu rızıklandıran, sevdiği herşeyi ona
veren, güldüren, görebilmesini, işitebilmesini, düşünebilmesini
sağlayan, dua ettiği zaman dualarını işitip kabul eden ve ona daha
birçok nimetler veren Allah’tır.
Allah insanlar için en güzel renklerde, en güzel
tatlarda yiyecek ve içecekleri yaratandır. Çileği, muzu, eriği,
portakalı, karpuzu, kavunu, domatesi, havucu, biberi, mısırı, dondurma
ya da çikolata çeşitlerini ve insanlara zevk veren daha binlerce lezzeti
Allah yaratmaktadır.
Bunların yanında Allah insanların hoşuna giden
hayvanları, bitkileri, ağaçları, denizi, kumsalları, spor türlerini,
müzik çeşitlerini, izleyip beğendiği filmleri, hoşlandığı arabaları ve
burada saymakla bitirilemeyecek bütün güzellikleri de yaratmıştır.
Ne var ki insanların çoğu nankörlük eder, Allah’a tam
bir güven duyamaz ve Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe kapılırlar. Bu
durum bir ayette şöyle ifade edilir:
Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah’ın nimetini
saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu
ki, insan pek zalimdir, pek nankördür. (İbrahim Suresi, 34)
Allah insanlara istedikleri herşeyi vermiştir. İnsan
kendi nefsinde yapacağı samimi bir tefekkürle bu gerçeğe kendisi de
şahit olacaktır. Bunun karşılığında Allah’ın insanlardan istediği şey
teslimiyetli, elindeki nimetlerden dolayı şımarmayan ya da
kaybettiklerinden dolayı ümitsizliğe kapılmayan, dünya hırslarından
uzak, mutmain bir ruh içinde Kendisine yönelmeleridir; ahiretteki gerçek
ve ebedi hayatlarını düşünmeleri ve ona göre davranmalarıdır.
Allah ayetlerinde bu dünyanın bir imtihan yeri olduğunu da belirtmektedir. Çünkü bu dünya gerçek yurt değil, asıl sonsuz kalınacak yer olan ahiret yurdu için bir hazırlanma, ruhen ve ahlaken olgunlaşma mekanıdır. Bu durumda insanlar hayatları süresince çeşitli imtihanlarla karşılaşacakları için en baştan Allah’a tevekküllü olmalı ve her türlü imtihanla denenebilecekleri gerçeğine hazır olmalıdırlar.
Allah ayetlerinde bu dünyanın bir imtihan yeri olduğunu da belirtmektedir. Çünkü bu dünya gerçek yurt değil, asıl sonsuz kalınacak yer olan ahiret yurdu için bir hazırlanma, ruhen ve ahlaken olgunlaşma mekanıdır. Bu durumda insanlar hayatları süresince çeşitli imtihanlarla karşılaşacakları için en baştan Allah’a tevekküllü olmalı ve her türlü imtihanla denenebilecekleri gerçeğine hazır olmalıdırlar.
Kendileri için hazırlanmış kaderi izlerken sabredip en
güzel tavrı gösterenler hem dünyada hem de ahirette kazançlı çıkacak,
pek çok hayırla karşılaşacaklardır. Kendilerini olayların akışına
kaptırıp, kaderden gafil bir biçimde Kuran dışı tepkiler gösterenler ise
kendilerine zulmetmiş ve Allah’ın rahmetinden uzaklaşmış olacaklardır.
Allah dünyaya bağlı, gelecek kaygısı taşıyan, hırslı,
olayları kendisinin kontrolünde sanarak büyüklenen ve en küçük bir
olumsuzluk karşısında umudunu yitirip, nankörlük edenlerden ise razı
olmadığını bildirmiştir:
Andolsun, Biz insana tarafımızdan bir rahmet tattırıp
sonra bunu kendisinden çekip-alsak, kuşkusuz o, (artık) umudunu kesmiş
bir nankördür. Ve andolsun, kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra, ona
bir nimet taddırsak, kuşkusuz; “Kötülükler benden gidiverdi” der. Çünkü
o, şımarıktır, böbürlenendir. Sabredenler ve salih amellerde bulunanlar
başka. İşte, bağışlanma ve büyük ecir bunlarındır. (Hud Suresi, 9-11)
İşte müminlerin her durumda çok mütevekkil olmaları,
neşelerinden ve şevklerinden hiçbir şey kaybetmemelerinin sırrı iman
etmeleri ve Allah’a çok güvenmeleridir. Müminler zor gibi görünen
olaylar karşısında herşeyin Allah’a ait olduğunu, Allah’ın verdiğini
Allah’ın alacağını kavramış olmanın bilinciyle hareket ederler.
Allah’ın müminlere olan güzel vaatleri ümitvar olmayı gerektirir
Allah iman edenlere hem bu dünyada hem de ahirette çok
büyük nimetler vereceğini vaat etmiştir. Kişi de Allah’a olan imanı,
yakınlığı, teslimiyeti ve samimiyeti derecesinde bu nimetlere kavuşmayı
ümit eder. Nimetleri de Allah’a yakınlaşmaya, şükretmeye, O’nun sonsuz
sıfatlarının tecellilerine, güzelliklerine şahit olmaya bir vesile
olarak görür. Bu nedenle Allah’tan çok fazla nimet içinde olmayı diler.
Allah güzel davrananlara güzellik veren olduğu için, müminler nimetlerin
sürekli artmasını diler ve bunlarla Allah’a yakınlaşırlar.
Allah’a kesin bir imanla iman eden ve O’nun kendisinden
istediklerini yapan kişinin vicdanı çok rahattır. Dünya hayatı boyunca
Allah’a karşı gösterdiği bağlılığın karşısında Rabbimizin kendisini
cennetle ödüllendireceğinden yana büyük bir ümit içerisindedir. Taşıdığı
bu ümit, hayatının her anına yansır. Daha dünyadayken “cennete kavuşmuş
gibi” sevinçli, neşeli ve heyecan doludur. Çünkü Allah’ı dost edinmiş,
O’nun rızasını kazanmak için çalışıp çabalamış, nefsini kötülüklerden
arındırmış ve hep hayır peşinde koşmuştur. Sonunda da Rabbimiz’e
varacaktır. Bunun heyecanını taşıyan mümin ahirette Allah’ı razı etmiş
olarak O’na kavuşmaktan yana büyük bir ümit içindedir.
Allah pek çok ayetinde iman edenleri desteğiyle ve
cennetle müjdelemektedir. Allah Kendi yolunda hizmet eden tüm
Müslümanları mutlaka ödüllendirecektir. Bu gerçeği bilen Müslümanlar da
yaptıkları her salih amelin, her türlü iyiliğin, güzel ahlakın ve
Kuran’a bağlılıkta kararlı olmanın karşılığını mutlaka Allah Katında
alacaklarını bildiklerinden tevekkülün, teslimiyetin, sabrın ve imanın
güzelliğini yaşayacaklardır.
İşte böyle bir bilince sahip olan mümin Rabbimiz’e karşı
sürekli ümitvar bir tutum içinde olur. Dünyada da ahirette de herşeyin
en güzelini ve en hayırlısını umut eder. Kuran’ın pek çok ayetinde
Allah’ın müminlere güzel bir karşılık verdiğini, onlara fazl, ihsan ve
rahmetini vaat ettiğini görürüz:
İman edip salih amellerde bulunanlar ise; biz şüphesiz
onların kötülüklerini örteceğiz ve şüphesiz yaptıklarının en güzeliyle
karşılık vereceğiz. (Ankebut Suresi, 7)
O, iman edip salih amellerde bulunanlara icabet eder ve
onlara Kendi fazlından arttırır. Kafirlere gelince; onlara şiddetli bir
azap vardır. (Şura Suresi, 26)
Müslümanlar kimi zaman yeryüzündeki imtihanın bir gereği
olarak zorluklarla da denenebilir, birtakım sıkıntılara maruz
kalabilirler. Kuran’da müminlerin dönem dönem çeşitli baskı ve tuzaklara
maruz kaldıklarını, baskı altına alındıklarını, kimi zaman
tutuklandıklarını, hapse girdiklerini, hatta tarihte birçok Müslümanın
öldürülmüş olduğunu görmekteyiz. Ancak çoğunlukla gözdağı vermek,
korkutmak, şevk kırmak, din ahlakını yaşamaktan vazgeçirmek için baskı
altına alınmaya çalışılan müminlerin, bu zorluklar karşısında ümitleri
kırılmaz. Başlarına bu tür olaylar gelince inkarcıların beklentilerinin
aksine, çok daha şevklenirler. Allah’ın, müminlerin inkar edenler
tarafından baskı altına alınmaya çalışılacaklarına dair ayetlerini
hatırlar, kendi üzerlerinde bu ayetlerin tecelli etmesinden dolayı büyük
bir heyecan duyar, şükrederler. İnkar edenler onları korkutmuş
oldukları zannı içerisindeyken müminler imanlarının neşesini yaşamakta,
Allah’ın kendilerine olan vaadlerini tefekkür etmektedirler.
Allah ayetlerinde eğer şirk koşmazlarsa müminleri mutlaka inkarcılara galip getireceğini ve onları korkularından sonra huzur ve güvenliğe kavuşturacağını vaat etmektedir:
Allah ayetlerinde eğer şirk koşmazlarsa müminleri mutlaka inkarcılara galip getireceğini ve onları korkularından sonra huzur ve güvenliğe kavuşturacağını vaat etmektedir:
Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde
bulunanlara vaat etmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç
ve iktidar sahibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar
sahibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine
yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe
çevirecektir. Onlar, yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi
ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fasıktır.
(Nur Suresi, 55)
Allah’a ve ayetlerine kesin bilgiyle iman eden müminler
inkar edenlerin kurmaya çalıştıkları baskı ve tuzaklar karşısında
Allah’ın bu vaadini hatırlar, umut ve sevinç dolu bir şekilde
sabrederler. Müminlerin bu tutumları ise inkar edenler için bir yürek
acısı olur. Müminlerin bu tevvekküllü tavırları onlara Allah’ın gazabını
ve kendilerini bekleyen dünya ve ahiret azabını hissettirir. Tarifsiz
bir korku ve endişeye kapılırlar.
Kuran’da müminlerin sürekli Allah’tan umut eden bir ruh
hali içinde olduklarını görürüz. Samimi olarak iman eden bir kimse
Rabbimiz’i Kuran’da tarif edildiği gibi tanıyıp takdir eder ve bunun
sonucunda, Allah’ın kendi üzerindeki rahmetini ve nimetini fark eder.
Allah’ın ayetlerine bağlı kalan kişi, O’nun müminlerin dostu ve
yardımcısı olduğunu, onlara karşı sonsuz şefkatli ve merhametli
olduğunu, Allah’ın salih kullarını hem bu dünyada hem de ahirette büyük
bir mükafatla müjdelediğini ve Allah’ın kesinlikle vaadinden
dönmeyeceğini bilir. O’nun kendisi için hep hayırlı ve güzel olanı
dilediğini, kendisine rahmet ve hidayet kapılarını açtığını, önüne
sayısız ecir fırsatları verdiğini görür.
Müminlerin kendilerine her zaman güzellik müjdeleyen
Rabbimiz’e karşı olan şevkli ve ümitvar tutumları ise Fetih Suresi’ndeki
ayette şöyle tarif edilir:
Muhammed, Allah’ın elçisidir. Ve onunla birlikte olanlar
da kafirlere karşı zorlu, kendi aralarında ise merhametlidirler.
Onları, rüku edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar, Allah’tan
bir fazl (lütuf ve ihsan) ve hoşnutluk arayıp-isterler… (Fetih Suresi,
29)
Ayette görüldüğü gibi, Allah’ın vaatlerine karşılık
olarak müminlerin tavrı yaşamları boyunca Rabbimiz’i hoşnut edecek
davranışlarda bulunmalarıdır. Kendilerine dünyada ve ahirette verilen
müjdelere karşılık müminler, daima Allah’ın elçileri ve kitaplarıyla
bildirdiği emirlere uyar, O’nun hoşnut olacağı güzel ahlakı en güzel
şekliyle yaşamak için çaba harcarlar. Allah’ın merhametli, hoşgörülü,
adaletli, sabırlı, ümitvar, tevazulu, yardımsever, fedakar kullarından
hoşnut olduğunu bilir ve bu ahlakın en üstününe sahip olmak için
birbirleriyle yarışırlar. Çünkü Allah kullarının cennete kavuşma
umuduyla bir yarış içinde olmalarını emretmiştir:
Rabbiniz’den olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar
olan cennete (kavuşmak için) yarışın; o, muttakiler için hazırlanmıştır.
Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve
insanlardan bağışlama ile (vaz)geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları
sever. Ve ‘çirkin bir hayasızlık’ işledikleri ya da nefislerine
zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı
bağışlanma isteyenlerdir. Allah’tan başka günahları bağışlayan kimdir?
Bir de onlar yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar
etmeyenlerdir. İşte bunların karşılığı, Rablerinden bağışlanma ve içinde
ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlerdir. (Böyle)
Yapıp-edenlere ne güzel bir karşılık (ecir var). (Al-i İmran Suresi,
133-136)
(Hadid Suresi, 21)
(Hadid Suresi, 21)
Allah samimi kullarına dünyada güzel bir hayat, üstünlük
ve zafer, ahirette de sonsuz güzelliklerle dolu, ebedi bir yurt olan
cenneti vaat etmiştir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır:
Adn cennetleri ki, Rahman Kendi kullarına gaybtan vaat etmiştir. Şüphesiz O’nun vaadi yerine gelecektir. (Meryem Suresi, 61)
Adn cennetleri ki, Rahman Kendi kullarına gaybtan vaat etmiştir. Şüphesiz O’nun vaadi yerine gelecektir. (Meryem Suresi, 61)
Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara içinde ebedi
kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde
güzel meskenler vaat etmiştir. Allah’tan olan hoşnutluk ise en büyüktür.
İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur. (Tevbe Suresi, 72)
Bununla iman edenlerin birbirlerini müjdelemesini
emreden Allah, cenneti daha dünyada iken mümin için bir sevinç ve ümit
vesilesi kılmıştır. Cennet, bir insanın arzu edebileceği, hayal
edebileceği, sahip olmak isteyebileceği tüm güzelliklerin ve Allah’tan
bir rahmet olarak bunların çok daha üstünün bulunduğu, kelimelerle
tarifi mümkün olmayan güzellikte bir mekandır.
Orada Müslümanlar her istediklerini yapabilecek ve
sevdikleri insanlarla birlikte ebedi bir mutluluk için yaşayacaklardır.
Cennet, hiçbir kusurun var olmadığı, maddi ve manevi tüm eksikliklerden
uzak bir yerdir. Kuran’da cennetten, “altından ırmaklar akan”, “her
nereye bakılsa bir nimet ve büyük bir mülk”le karşılaşılan, “kesilip
eksilmeyen ve yasaklanmayan” nimetlerle dolu bir mekan olarak söz
edilmiştir. Ayrıca, “… orada nefislerin arzu ettiği ve gözlerin lezzet
(zevk) aldığı herşey var…” (Zuhruf Suresi, 71) diye haber verilmiştir.
Cennet manen de sonsuz nimetlerle dolu bir mekandır. Allah cennette boş
söz işitilmeyeceği, kin ve öfkenin olmayacağı, her an sevinç ve mutluluk
dolu bir meşguliyet olacağı ve en önemlisi de inananlara Allah’tan
sözlü bir selam olduğu haber verilmiştir. Kuran’da cennete girecek olan
müminlere şöyle seslenilmektedir:
Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis, Rabbine, hoşnut edici
ve hoşnut edilmiş olarak dön. Artık kullarımın arasına gir. Cennetime
gir. (Fecr Suresi, 27-30)
Başka ayetlerde ise cennete girecek olan müminlerin
içinde bulundukları sevinç, mutluluk ve Allah’a olan şükürleri şöyle
haber verilmiştir:
Dediler ki: “Bize olan vaadinde sadık kalan ve bizi bu
yere mirasçı kılan Allah’a hamd olsun ki, cennetten dilediğimiz yerde
konaklayabiliriz. (Salih) Amellerde bulunanların ecri ne güzeldir.
Melekleri de arşın etrafını çevirmişler olarak Rablerini hamd ile tesbih
ettiklerini görürsün. Aralarında hak ile hüküm verilmiştir ve:
“Alemlerin Rabbine hamdolsun” denilmiştir. (Zümer Suresi, 74-75)
Elbette cennetle müjdelenmiş olmak bir insanın hayatında
kazanabileceği en büyük armağandır. Bu yüzden de müminler bu gerçeği
asla akıllarından çıkarmadan, hatırda tutmak için dua ederler. “Cennet
neşesi” Allah’ın dünyada Müslümanlara verdiği büyük bir nimettir. Öyle
ki, bir insan kendisine yüklü bir miras kaldığını duyduğunda birden
nasıl neşeleniyorsa, Allah’ın ebedi cennet yurduna mirasçı kıldığını
müjdelediği müminler bundan çok daha güçlü bir neşe yaşarlar. Dünya
hayatının hızla geçtiğini, Allah’ın samimi olanlara müjdelediği cennete
kavuşmanın çok yakın olduğunu bilirler.
Bir müminin -ortalama 60 yıl yaşadığını düşünürsek-
örneğin, 30 yaşındaysa yaklaşık (4 x 10), 40 yaşındaysa (3 x 10) senesi
kalmıştır. Sonuçta, 100 yaşına kadar da yaşasa mutlaka ölecek ve
Allah’ın izniyle ebedi olan, asla son bulmayacak cennete kavuşacaktır.
Sonsuz zamanlar boyunca, sevdiği kişilerle beraber, Allah’ın
tecellilerini görerek, dünyada benzeri görülmemiş güzelliklerle ve eşsiz
bir temizlik içinde, mutlu ve sevinçli bir yaşam sürecektir.
Üstelik bu sonsuz nimetlere kavuşabilmesi için dünyada kendisinden istenilenleri yapması çok kolaydır. Her an bu güzelliklere kavuşmanın ümit dolu sevinciyle, Allah’ın emirlerine uyması, ibadetlerini yapması ve Kuran ahlakını yaşamak için çaba harcaması gerekmektedir ki, bu zaten bir insanın dünyada da en çok zevk alacağı yaşam tarzıdır. Allah’ın kullarından istedikleri aşağıdaki ayetlerde şöyle bildirilmiştir:
Üstelik bu sonsuz nimetlere kavuşabilmesi için dünyada kendisinden istenilenleri yapması çok kolaydır. Her an bu güzelliklere kavuşmanın ümit dolu sevinciyle, Allah’ın emirlerine uyması, ibadetlerini yapması ve Kuran ahlakını yaşamak için çaba harcaması gerekmektedir ki, bu zaten bir insanın dünyada da en çok zevk alacağı yaşam tarzıdır. Allah’ın kullarından istedikleri aşağıdaki ayetlerde şöyle bildirilmiştir:
Asra andolsun; gerçekten insan, ziyandadır. Ancak iman
edip salih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve
birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka. (Asr Suresi, 1-3)
Bu ayetlerde görüldüğü gibi, insanın ziyandan kurtulması ve ebedi cennete layık bir kul olabilmesi için salih amellerde bulunması ve diğer insanlara da Allah’ın emirlerini tavsiye etmesi gerekmektedir. Ayrıca Allah salih kullarına bir nimet olarak cennetin yanı sıra, dünyada da güzellik vaat etmiştir. Dünyada da samimi Müslümanları güzel bir hayatla yaşatacağını bildirmiştir. Bu konudaki ayetlerden bazıları şöyledir:
Bu ayetlerde görüldüğü gibi, insanın ziyandan kurtulması ve ebedi cennete layık bir kul olabilmesi için salih amellerde bulunması ve diğer insanlara da Allah’ın emirlerini tavsiye etmesi gerekmektedir. Ayrıca Allah salih kullarına bir nimet olarak cennetin yanı sıra, dünyada da güzellik vaat etmiştir. Dünyada da samimi Müslümanları güzel bir hayatla yaşatacağını bildirmiştir. Bu konudaki ayetlerden bazıları şöyledir:
Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası vardır.
Onların yüzlerini ne bir karartı sarar, ne bir zillet, işte onlar
cennetin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır. (Yunus Suresi, 26)
(Allah’tan) Sakınanlara: “Rabbiniz ne indirdi?” dendiğinde, “hayır” dediler. Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. (Nahl Suresi, 30)
(Allah’tan) Sakınanlara: “Rabbiniz ne indirdi?” dendiğinde, “hayır” dediler. Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. (Nahl Suresi, 30)
Bunlar, Allah’ın müminlere dünyada ve ahirette olan
vaatleridir. Ve, Allah’ın vaadinin kesin ve gerçek olduğu Kuran’ın
birçok ayetinde, “… Hiç şüphesiz Allah’ın vaadi haktır” (Fatır Suresi,
5; Lokman Suresi, 9; Yunus Suresi, 55; Rum Suresi, 60) sözüyle
belirtilmiştir.
İşte bu en güzel vaatler dünyada bir müminin her an
ümitvar bir ruh hali içinde yaşamasını, hüzne ve sıkıntıya kapılmamasını
sağlayan en önemli etkenlerdir. Allah’ın vaadi ile cenneti ümit eden
insan dini tüm şevki, heyecanı ve titizliğiyle yaşar.
Allah’tan “en hayırlısını” ümit etmek
“Ümitvar olmak”, durum ve şartlar ne olursa olsun,
olaylar nasıl ve ne yönde gelişirse gelişsin Allah’a teslim olmak,
hiçbir üzüntüye ve kaygıya kapılmadan olayları neşeyle karşılamak,
olayların er geç müminler için en hayırlı sonuca bağlanacağından en ufak
kuşkusu olmamaktır.
Müminlerin en önemli özelliklerinden biri, daha önce de
belirttiğimiz gibi, her işlerinde Allah’a yönelmeleri, Allah’ın
yarattığı kadere “gönülden” teslim olmalarıdır. Olay daha önce hiç
planlamadıkları gibi geliştiğinde de, çok istedikleri bir şeye
ulaşamadıklarında da, çok sevdikleri bir şeyi ya da bir kimseyi
yitirdiklerinde de, kısacası her şartta Allah’a yönelir ve olaylardaki
güzel ve hayırlı yönleri görürler. Müminlerden “neden böyle oldu?”,
“keşke böyle olmasaydı” gibi sözleri duymak mümkün değildir. Çünkü onlar
en başından Allah’tan razı olmuşlar ve kadere teslim olmuşlardır.
Mümin dua ederken Allah’tan “en hayırlısını” ister.
Çünkü neyin hayırlı olduğu kendisi için “gayb”dır, yani önceden bilemez.
Ama Allah en hayırlı olanın ne olduğunu bilir. Örneğin Allah’ın dinine
son derece bağlı olan bir mümin hidayet bulmasını istediği birinin de
iman etmesini, ibadetlerini uygulamasını isteyebilir, bunu ümit ederek
Allah’a dua edebilir. İstediğinin çok güzel, meşru ve iyi niyetli bir
istek olduğu açıktır. Ancak, “yine de en hayırlısını Rabbim bilir” diye
düşünür. Çünkü bir insan ancak Allah dilerse iman edebilir. Bu nedenle
sevdiği bir kişi hidayete ermiyorsa bunda da bir hayır olduğunu bilir ve
asla üzüntü ve ümitsizliğe düşmez. Zira Allah “Gerçek şu ki, sen,
sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete
erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir” (Kasas Suresi,
56) ayetiyle bu gerçeğe dikkat çekmiştir,
Bir diğer örnek üzerinde daha düşünelim: Mümin her anını
diğer müminlerle birlikte geçirmek ister. Çünkü müminler birbirlerinin
velileri, en yakın dostları, kardeşleridir. Hepsi kendilerini Allah’a ve
O’nun dinine adamışlardır; bu nedenle birarada olmaktan büyük mutluluk
duyarlar. Ancak her zaman birlikte olamayabilirler. Allah’ın dinine
hizmet amacıyla sevdikleri insanlardan uzak, farklı bir mekanda da
bulunmak durumunda kalabilirler. Ya da Peygamberimiz (sav) döneminde
yaşanan bir örnek olarak, inkar edenler tarafından baskı altına alınıp,
hicret etmeye mecbur bırakılabilirler. Müminlerle birlikte bulunmak
elbette çok hayırlı bir olaydır. Fakat Allah yolunda baskı ve eziyetlere
sabretmek çok daha büyük ecirlere ve hayırlara vesile olabilir.
Kuran’da iman etmeyenler tarafından sürgün edilmiş,
zindanlarda tutulmuş peygamberlerden, müminlerden bahsedilmektedir. Buna
benzer olaylarda müminler asla ümitsizliğe kapılmazlar. Kendileri için
bunun büyük bir hayır olduğunu bilirler. Onların amaçları her durumda en
güzel ahlakı göstererek ecir toplamak ve Allah’ı razı etmek olduğu
için, bulundukları her mekanı ibadetlerini uygulayabilecekleri bir yer
haline getirir, bundan büyük haz duyarlar.
İşte müminlerin bu her şartta gösterdikleri mütevekkil
tavırları gerçek bir imanla iman ettiklerini gösterir. En ağır hastalığa
yakalansalar ya da şartlar en zor ortamlarda bulunmayı da gerektirse,
her zaman ümitvar, her zaman tevekküllü, her zaman Allah’ın yarattığı
hikmetleri ve hayırları düşünen bir tavır içinde olurlar.
Tevbe kapısı her zaman açıktır
Allah ayetlerinde, gaflete kapılıp hata işleyen ve
ardından samimi olarak tevbe edip bağışlanma dileyen kişinin
bağışlanacağını belirtmektedir. Müminlerin işledikleri kusurun boyutları
ne olursa olsun samimi olarak yaptıklarından pişmanlık duydukları
takdirde Allah’ın rahmetinden umutlarını kesmemeleri gerektiği ayette
şöyle vurgulanmaktadır:
De ki: “Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran
kullarım. Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün
günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir”. (Zümer
Suresi, 53)
Bu, din ahlakını yaşamanın insanlara sunduğu en büyük
nimetlerden ve kolaylıklardan biridir. Dinde kişilere böyle bir kolaylık
tanınmışken, insanın ümitsizliğe kapılıp yaptığı hatalardan sonra
kendini bir daha toparlayamayacağını düşünmesi tamamıyla çirkin bir
zandır. Allah’ın kendisine tanıdığı böyle bir kolaylığı göz ardı eden
kişi kendi kendine zulmetmiş, aynı zamanda da Kuran ahlakının gereğini
uygulamamış olur.
Kuran’daki bu büyük kolaylık sayesinde cahiliye
toplumlarında yaşanan birçok Kuran dışı davranışın da önü kesilmektedir.
Örneğin cahiliye toplumunda hata yapan bir kişi ile alay etme, onu
küçük düşürme alışkanlığı Kuran ahlakının hakim olduğu bir ortamda asla
hayat bulamaz. Aksine, tevbe etmiş, hatalarından dolayı Allah’tan
bağışlanma dilemiş ve samimi bir mümin olarak Allah’a dönmüş kişiler,
Kuran ahlakının yaşandığı toplumlarda büyük bir huzur, neşe ve şevkle
yaşamlarını sürdürür, hiçbir taciz ya da ayıplamaya maruz kalmazlar.
Zira insanların üstünlüğü ancak takva ile, yani Allah’a
ve Kuran’a olan bağlılıklarıyla ölçülebilir. Cahiliye toplumunda kimin
ne hata yaptığı, ne kusur işlediği son derece önemliyken, Kuran
ahlakının yaşandığı bir ortamda tevbe etmiş bir kimsenin geçmişteki
hataları ve günahları hiçbir zaman konu edilmez. Önemli olan insanın
Allah Katında bağışlanmasıdır. Allah’ın bağışlamayı vaat ettiği bir
kimseyi diğer insanların kınamasının, ayıplamasının hiçbir geçerli ve
meşru bir yönü olamaz.
Hayatı boyunca hatasız, günahsız, eksiksiz ve kusursuz
olduğunu zannetmenin ilahlık iddia etmekten bir farkı yoktur. Çünkü,
insan hata ve günah işlemeye açık, aciz bir varlıktır. Buna karşılık da
Allah bağışlayıcı ve tevbeleri kabul edici olduğunu bildirmiştir. Bu
nedenle, bilerek veya bilmeyerek, gaflete kapılarak, nefsine uyarak
işlediği hatalardan dolayı ümitsizliğe düşmesi kuşkusuz hiçbir şekilde
Kuran’a uygun olmayan bir tavır olacaktır. Hata yapan mümine düşen
hatasından dolayı ibret almak, pişman olup doğrusunu görmek, vakit
geçirmeden Allah’a sığınmak ve bir daha o hatayı tekrarlamamak üzere
gayret göstermektir.
Elbette mümin hata ve günah işlememeye, Allah’ın sınırlarını korumaya son derece özen gösterir. Fakat buna rağmen işlediği hataları olabilir. Hata ve günah işleyip sonra tevbe edip Allah’tan bağışlanma dilemek bir mümin özelliğidir. Allah’ın ‘Tevbeleri kabul eden’ (Tevvab), ‘Bağışlayan’ (Gafur), ‘Merhamet eden’ (Rahman) isimleri de hata ve günah işleyip pişman olan ve Allah’a yönelen müminler üzerinde tecelli eder.
Elbette mümin hata ve günah işlememeye, Allah’ın sınırlarını korumaya son derece özen gösterir. Fakat buna rağmen işlediği hataları olabilir. Hata ve günah işleyip sonra tevbe edip Allah’tan bağışlanma dilemek bir mümin özelliğidir. Allah’ın ‘Tevbeleri kabul eden’ (Tevvab), ‘Bağışlayan’ (Gafur), ‘Merhamet eden’ (Rahman) isimleri de hata ve günah işleyip pişman olan ve Allah’a yönelen müminler üzerinde tecelli eder.
Mümin hata yaptığında hemen tevbe ettiği gibi bu
hatasını kader gözüyle de tefekkür eder. Herşeyden önce bu hatası onun
dünyadaki eğitimi ve Allah’a yakınlaşması için onun kaderinde
yazılmıştır. Bu hatası tevbe ettikten sonra kendisi için bir ecir
vesilesi olacaktır. Çünkü hatalar, bu hatalar karşısında bunlardan hemen
vazgeçen ve Kurani bir tavır sergileyerek bunları hemen telafi eden
samimi müminlerin ahiretteki derecelerini yükseltir, onları
olgunlaştırır, eksiklik ve acizliklerinin, kulluklarının daha iyi
bilincine varmalarını sağlar. Önemli olan kişinin günahında ısrar
etmeden hemen pişman olup tevbe etmesidir.
Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi, hata yapan, günaha
giren mümin, tevbe edip Allah’tan bağışlanma dilediği takdirde üzüntü ve
ümitsizliğe kapılmamalıdır. Çünkü ümitsizlik Allah’ın hoşnut olmayacağı
bir tavırdır. İşlediği bir kusur karşısında Kuran’a uygun tavrı
gösteren bir müminin şevk, heyecan ve neşesi kaybolmaz, hatta tam
tersine daha da artar.
Ümit ve korku arasında olmak
Ümit ve korku arasında olmak, insanın güzel ahlakı elde
etmesindeki en önemli unsurlardan biridir. Ümit müminin, din ahlakını
şevk, gayret, heyecan, neşe ve coşku içinde yaşamasını sağlarken Allah’a
karşı duyduğu saygı dolu korku da onun Allah’ın sınırlarını korumada
son derece dikkatli olmasına, Allah’ın sakındırdığı konulardan şiddetle
kaçınmasına, helal ve harama çok büyük titizlik göstermesine neden olur.
Ümitvar olmanın verdiği şevk ve coşku ile, Allah korkusunun verdiği
itidal, titizlik, duyarlılık müminin ahlakının güzelleşmesine ve Allah’a
olan yakınlığının artmasına vesile olur.
Allah Kuran’da müminlerden hiçbir olay karşısında
ümitsizliğe kapılmamalarını, hep ümit ve güven içinde olmalarını
istediği gibi, aynı zamanda Kendisi’ne karşı “haşyet” yani saygı dolu
bir korku içinde olmalarını da istemiştir. Nitekim Allah korkusu
Kuran’da çok büyük yeri olan, din ahlakının özünü oluşturan konulardan
biridir.
Allah’tan gereği gibi korkan bir insan Allah’ın
emrettiklerinin dışına asla çıkmaz ve çok güzel bir ahlaka sahip olur.
Allah’tan bağışlanmayı, rahmet edilmeyi, cennete kabul edilmeyi umarken
diğer yandan da büyük bir korku içindedir. Çünkü hiç kimsenin cennete
mutlaka gideceğine dair bir garantisi yoktur. Allah’ın azabından kimse
emin olamaz. Mümin ancak elinden geleni yapmakla ve Allah’ın rahmetini
ümit etmekle yükümlüdür.
Cenneti ümit ederken bir yandan da içi titreyerek korku
duymanın kişinin ibadetlerine çok olumlu etkisi vardır. Allah korkusu
güçlü olan kişi ahireti kazanmak için çok daha fazla çaba harcayacak,
durmaksızın hayır peşinde koşacaktır. Allah korkusu güçlü olmayan
kişiler ise “nasıl olsa cennete giderim”, “nasıl olsa bağışlanırım” diye
düşünebilmekte, dolayısıyla içi titreyerek korku duyan müminler kadar
büyük bir aşk ve şevkle ibadetlere sarılmamaktadırlar.
Allah korkusu olan bir kimse yaptığı hayırlı işleri yeterli görmez, daima Allah rızasının en fazlasını gözetir. Çünkü elinde imkan olduğu halde sınırlı bir gayret göstermek, nefsinin arzularına da yer vermek, kişinin diğer amellerini de tehlikeye atabilir.
Allah korkusu olan bir kimse yaptığı hayırlı işleri yeterli görmez, daima Allah rızasının en fazlasını gözetir. Çünkü elinde imkan olduğu halde sınırlı bir gayret göstermek, nefsinin arzularına da yer vermek, kişinin diğer amellerini de tehlikeye atabilir.
Kuran’da bahsedildiği gibi, ümit ve korku arasında bir
ruh haline sahip olmak için gereken, yalnızca Allah’a karşı samimi
olmaktır. Allah’a ve ahiretin varlığına inanan kişi doğal olarak dünyada
Allah’ı razı etmek ve cennete gidenlerden olmak ister. Bu samimiyetle
Allah’ın dinine yönelen kişi O’nun yaratışındaki üstünlüğü ve
mükemmelliği her yerde görecek ve Allah’a karşı saygı ve haşyet dolu bir
korkuyu doğal olarak duyacaktır. Allah korkusuyla Kuran’a uymakta son
derece titiz olacak, Allah’ın ayetlerine uyuyor olmanın verdiği huzur ve
güvenle de cenneti ümit edecektir. Görüldüğü gibi samimi bir müminde
ümit ve korku doğal bir denge halindedir.
Bu iki özelliğin her müminde bulunmasına Allah özellikle
dikkat çekmiştir. Her ikisi de mümin olmanın gereklerindendir. Kişinin
her ikisini de kalbinde yoğun bir şekilde hissetmesi ve yaşaması, onu en
doğru yola iletecek, ona dünya ve ahirette mutluluk getirecektir.
Allah Kendisi’ne yönelen ve dua eden müminlerden
dualarında da ümit ve korku içinde olmalarını istemiştir. Konuyla ilgili
ayetler şöyledir:
Düzene konulmasından sonra yeryüzünde bozgunculuk
çıkarmayın; O’na korkarak ve umut taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah’ın
rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır. (Araf Suresi, 56)
Onların yanları yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla dua ederler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. (Secde Suresi, 16)
Onların yanları yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla dua ederler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler. (Secde Suresi, 16)
Allah’ın bu tavsiyesiyle müminler hem cennete
kavuşabilme ümidiyle hem de aynı zamanda çok güçlü bir Allah korkusu ile
dua ederler. Bu sınırı korumaları onları Allah’a karşı son derece
itaatli kılar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder